Amasyanın Dikenleri/Ester Minareciyan’ın Dilinden Ermenilerin Ölüm Yolculuğu

Margaret Ajemian Ahnert’in Şimdi ben, annemi ve beni yazıyorum; öc almak için değil, tarihe not düşmek için diye ifade ettiği Amasyanın Dikenleri[1] çalışması, Ermeni soykırım sürecine anne kız diyalogları çerçevesinde bugün ve geçmişin iç içe olduğu bir bakışla okuyucuya sunar. Ester Minareciyan’ın anlatımları Soykırımı bizzat yaşayan, tesadüfen kurtulan birinin ilk elden gözlemcinin anlatımı olması ve tarihe not düşülmesi bakımından önemlidir: Sen küçük bir çocukken bana hep memleketteki hayatımı sorar­dın. Şimdi seni çocuklarınla gördüğümde geçmişin anılarının ne ka­dar önemli olduğunu anlıyorum. Ben öldüğümde gerçek de benimle birlikte ölecek. Sen ve çocukların neler yaşadığımı öğrenmelisiniz. Esterin anlatımlarında  öz yaşam öyküsü Soykırım sürecinin ayrıntılı anlatımıyla çakışmaktadır.

Anne Ester’in merkezde olduğu öz yaşam öyküsü bir yetim olarak Amasya’da başlayıp her Ermeni gibi 1915 soykırım sürecinde kesintiye uğrayarak Yeni dünyada noktalanır. Anne Ester soykırım kurbanı olarak her şeyini kaybederek Yeni Dünyada bilmediği bir ortamda tüm zorluklarla – Ermeni sığınmacıları soykırımın arkasından kendilerini 1929 büyük buhranı beklemektedir- yaşamını kurmasına rağmen içinde kin yoktur. “Anne, sana ve ailene yaptıklarından dolayı bugün Türklerden nefret ediyor musun?” Annem hemencecik cevap verdi, “Hayır, etmiyorum.” Hikayesini yaşamının son günlerinde anlatmaya karar verdiğinde de Kızı Margaret’e de ilk tavsiyesi olarak bu duygunun altını çizer. “Niye ki? Evini, malını-mülkünü, toprağını almışlar, bütün aile­ni öldürmüşler. Nasıl olur da nefret etmezsin?” “Bilmiyorum, niye olduğunu,” dedi, “Türkler bizden hep nefret ettiler. Hep nefret ettiler çünkü biz Hıristiyan’dık. Bize gavur dedi­ler. Kulağa garip geliyor ama Türklere karşı hiç kin duymuyorum. Onları Tanrı yargılayacak, ben değil. Margaret, yaşamına kini sok­ma. Kin sadece seni incitir. Kin asit gibidir, kabını yakar. Kötü hatı­raları kafandan silip atmalısın.”

Ester’in okuyucuyu da kucaklayan naif bir anlatımı vardır: “Tanrı niye müdahale edip de Ermenileri korumadı?” diye bir soru çıktı ağzımdan. “Annem omuzlarını silkti. “Kim bilir niye? Sadece Tanrı bilir. Onu gördüğümde sorarım.” Bir Ermeni yetim olarak Ester Minareciyan’ın evlatlık olarak verildiği evde yaşamı hiç de kolay geçmemesine karşın çocukluk yıllarından söz ederken sonsuz bir sevinç içinde görürüz. Evini, dostlarını çevresini sonsuz bir mutlulukla ve ayrıntıyla çizer. Anlatımı aynı zamanda Anadolu Ermeni yaşamı ve etnografik değerlerine ilişkin zengin kaynak niteliğindedir. Kendi deyimiyle çocukluğunda kimse ne düşündüğünü hiçbir zaman sorulmasa da o çevresini ayrıntılarıyla resmeder.

Ester 1915’te 14-15 yaşındadır. 5 yaşında yetim kalmıştır. 6 kardeşi kendisi gibi birilerine evlatlık verilir. Ağabeyi Harutyun dışında diğer 5 kardeşini bir daha hiç göremeyecektir. Ağabeyi ile yıllar sonra karşılaşmasını anlatır. 1915 Soykırım süreci yaşanmaktadır: On dördüme geldiğimde, on sekiz yaşındaki Harutyun’un ziya­rete geleceğini söylediler. Çok heyecanlandım. Doğru mu, öz ağa­beyim beni görmeye mi geliyor? diye düşündüm… Yüzünü hatırlayabilecek miy­dim? Harutyun Minareciyan, geçmişle olan tek bağım! Yaşayan tek akrabam! Parmaklarımı dolamış dudaklarımı ısırıyordum… Harutyun kapının eşiğinde, batmakta olan güneşin kızıllığı önünde öylece duruyordu. Uzun boyluydu. Siyah gözleri ve dalgalı kahverengi saçları vardı. Göğsü madalyalar ve pırıl pırıl altın şeritlerle dolu bir üniforma giymişti… Sadece birkaç santim önümde, uzun bir süre durdu ve be­ni süzdü. Ardından, ani bir hareketle eğildi, kucakladığı gibi hava­ya kaldırdı beni. Güldü, alnımı öptü ve “Aynı anneme benziyorsun” dedi. Harutyun’un hemen yanına oturdum ve Türk ordusundaki işi­ni anlatmasını dinledim can kulağıyla. Bir misyon okulundayken Almanca öğrenmiş olduğunu söyledi.

İttihatçılar Almanya’yla birlik oluşturdular” diye devam etti. “İşim çok önemli; Jöntürklerle Almanlar arasında tercümanlık ve ulaklık yapıyorum.”…

Ermeniler oluşan atmosferden dolayı huzursuzdurlar, Harutyun durumun farkında olduğundan aileyi uyarır: Harutyun, babalığım ve Vartuhi ile ülkedeki kasvetli havadan bahsediyordu.

“Öbür kasabalarda her gün çok sayıda Ermeni asılıyor. Haber gelir gelmez ayrılmaya hazır olmalısınız. Emir verildiğinde hemen kaçabilecek şekilde hazırlık yapın. Eli kulağında. Dostunuz oldu­ğunu düşündüğünüz hiçbir kimseye güvenmeyin, çünkü size iha­net edeceklerdir” dedi. Ardından, komşu bir kasabada tanıdığı, üç nesildir kapı kom­şusu olarak yaşayan iki ailenin başından geçenleri anlattı bize. Türk koca Ermeni komşusuına, “Merak etmeyin, senin ailenle be­nim ailem yıllardır dost. Senin çocuklarınla benim çocuklarım oyun arkadaşı. Senin karınla benim karım kardeş gibi. Hiçbirinizin acı çekmesine izin vermem. Bıçaklarımı her gün sizin için biliyorum. Sen ve ailen hiç acı çekmeyeceksiniz. Bunun için sana söz veriyo­rum, sevgili arkadaşım.” Ağzım açık kalmıştı. Kulaklarıma inanamıyordum. “Gördüğünüz gibi,” dedi ağabeyim, “hiç kimse hariç tutulmaya­cak, güvenin bana, biliyorum. Subay olduğum için Ermenilerin her gün öldürüldüğünü duyuyorum. Fakat benim ailem bile hariç tutul­mayacak. Size yardım edemem. Sadece kaçmanızı söyleyebilirim. Bu çılgınlığın karşısında yapılacak tek şey hızla buralardan git­mek.”

Her Ermenide olduğu gibi Ester’in de memleket özlemi anlatımının her satırına sinmiştir. O Yeni Dünya’da her toprağından sökülen Ermeni gibi memleketi ve hatıralarıyla yaşar: Ester 1998 haziranında “Annem güllerin sarıldığı kağıdı yavaşça açtı ‘oh!  en sevdiğim renk diye mırıldandı. Gülleri, ağabeyi Harutyun’un, duvarda, hemen yatağının üstünde asılı resmine doğru kaldırdı.

“Bak Harutyun, Margaret bana pembe güller getirmiş!” Sonra da bana dönerek, “Amasya’daki komşumuzun bahçe­sinde bunlar gibi küçük güller vardı. Bizim yoktu. Arada bir bana birkaç tane verirdi. Çok güzeldi. Hımm, bunlar da güzel kokuyor.” Annemin gözleri buğulanmıştı. “Ne kadar güzel yaprakları var. Amasya’daki hayatım bu çiçekler gibiydi -güzel ve hoş. Biteceğini rüyamda bile görsem inanmazdım.” “Ölmekten korkuyor musun?” diye sordum. “Hayır, korkmuyorum. Birkaç kez o kadar yaklaştım ki yakında yolcuyum. Hayır, korkmuyorum. Asıl arkada kalanlar için üzücü, çünkü sevdiklerinden ayrılıyorlar. “Babam Amasya’da alıp götürüldüğünde, kendimi çok yalnız hissetmiştim. Neler hissettiğimi kimse anlayamaz. Bugün hâlâ onu özlüyorum” dedi annem. Neler hissetmiş olduğunu çok iyi anlıyordum çünkü babamın öldüğü gün aynı terk edilmişlik duygusunu ben de hissetmiştim.

Ermeniler için tehlike çanları çalmaktadır. Amasyalı Ermeniler de oluşan iklimden rahatsızdırlar:1915 Mayıs’ında, komşularımızın ziyaret sıklığında değişiklik olduğunu fark etmiştim. Her gün sürekli bir ziyaretçi akını var­dı. Alıştığımız sohbetler ve fıkra anlatmalar olmaz olmuştu. Yaşlılar kapalı kapıların ardında fısıltıyla konuşuyorlardı artık. San­ki dışarıdaki bir şeylerden saklanıyorlardı. Eğer odaya bir çocuk gi­rerse büyükler onlar gidene kadar konuyu değiştirip havadan su­dan konuşuyorlardı. Ben on beşimdeydim. Bir şeylerin yanlış gitti­ğini anlayacak yaştaydım…

Ailede de durum tartışılır, kimileri karamsar iken kimileri de bu akıldışı olayları anlamakta zorluk çekmektedirler: “Harutyun bizi idamlar konusunda uyarmıştı. Amasya’yı terk edip emniyetli bir yere gitmemizi söylemişti; onu dinleyelim. Çok geç olmadan gidelim” diyordu Vartuhi. Babam kolunu omzuna doladı, “Hemen telaşa kapılma. Zama­nını ben biliyorum. Arkadaşım olan encümen reisi mallarımızı sat­mamız ve işlerimizi mahkeme yoluyla tasfiye etmemiz için yeterin­ce zaman vereceğini söyledi bana.” “Fakat meselelerini bir Osmanlı mahkemesinde halletme şan­sın hiç olmayacak. Kürt’tür, vurur lafını biliyorsun. Hakkın olanı as­la alamayacağını biliyorsun” dedi Vartuhi.

Kürt’tür vurur sözü Ermenilerin yaşamı ve toplumsal statüsü hakkında fikir vermesi bakımından önemli bir vurgudur. Ester bu vecizeyi kızına açıklar. Gayrimüslimler için adalet çok uzaktadır: Şimdi sana Kürt’tür, vurur ne demek, anlata­yım” dedi. “Denir ki, Van vilayetinde bir Kürt Müslüman ağa, bir gün, çok güzel işlenmiş bir kılıç satın almış, arkadaşlarıyla beraber gururla köyüne doğru yola çıkmış. Derken, elinde değneğiyle, karşıdan gelen bir Ermeni görmüş. “Kendi kendine demiş ki, ‘işte yeni kılıcımı denemek için iyi bir fırsat.’ Hiç duralamadan kılıcını Ermeni’nin başına doğru salla­mış.

Adamcağız değneğiyle kendisini korumuş. Kürt’ün kılıcı kırıl­mış. Kürt Ermeni’yi yakaladığı gibi Agantz’daki (şimdiki Erciş) ka­dıya çıkartmış ve Ermeni’den kırılan kılıcını ödemesini talep et­miş.

“Zavallı Ermeni, kendisini korumak için değneği başının üstü­ne kaldırmaktan başka bir şey yapmadığını anlatmış yalvar yakar. Kürt’ün kendi kılıcını kendisinin kırdığını söylemiş kadıya.

“Müslüman kadı Ermeni’ye, ‘Sana kılıç çalanın Kürt olduğunu fark etmedin mi? Ne cüretle sopanı başına kaldırırsın?’ diye bağır­mış. “Ermeni’yi kılıcın bedelini ödettirmiş ve o günden sonra Kürt’tür, vurur lafı öyle kalmış. Gördüğün gibi yavrucuğum, bir Er­meni’nin bir Osmanlı mahkemesinde hakkını elde etmesini düşün­mesi boş bir şeydir. Hiç unutmamalı, Kürt’tür, vurur.”

Okuldaki bazı arkadaşları kasabada son zamanlarda yapı­lan idamlar hakkında konuşmaktadırlar. Sohbetlerine katılmak iste­r, fakat hiç idam görmemiştir.Yaklaşık bir hafta sonra okuldan eve giderken, sokağın ortasında elleri arkasından bağlı yürüyen bir adam görür: Yanında askerler vardı; silahlarını sırtı­na dürtüyor, sokakta itekleyerek yürütüyorlardı… Yanımdan geçerken Ermenice dua okudu­ğunu duydum… Çok gençti, on yedisinde filandı. Ne yaptığını merak etmiş­tim. Acaba bir idam mıydı bu?… ki muhafız delikanlıyı kollarından sürüklüyordu. Platforma yaklaştıklarında oğlanın dizleri çözüldü ve yere düştü. Üç adam zorla ayağa kaldırdı. İlk darağacının ortasına doğru iteklediler…

Bir süre sonra kasabada yeniden bir sessizlik hakim olur. Halka açık idam da olmaz. Fakat Mayıs ayı sonlarına doğru so­kaklara uçlarında kasatura takılı tüfekler taşıyan askerler dolmaya başlar. Artık durum netleşmektedir: Kasabamızın Osmanlı yöneticisi bir konuşma yaptı. Asker olmayan bütün sağlam Ermeni erkeklerinin askerlerin karşısına di­zilmeleri gerektiğini söyledi… Her gün sokaklarda toplanan erkekleri seyrediyordum pence­remden. Sonra askerler onları yirmi veya otuz kişilik gruplar halin­de şehrin dışına yürütüyorlardı. Bir öğleden sonra bazı komşuların konuştuğunu işittim.

Biri diyordu ki, “Hıh, fazla uzağa gitmiyorlar. Şehrin sınırları dı­şına çıkar çıkmaz oracıkta öldürüp yenilerini almak için geliyorlar.”

Birkaç gün boyunca sık sık kasabadan götürülen gruplarını izle­r. Askerlerin yanlarında birkaç adamla kasabanın dışına çıkar, birkaç saat sonra geri dönüp bir başka grubu götürürler. Babalığımın yönetimdeki arkadaşlarının her gün kasaba dışına yapılan yürüyüşlerden onu uzak tutabildik­leri için kendimizi şanslı sayıyorduk. Fakat bu durum fazla sürmez: Haziran 1915’de bir akşam ba­balığım işten eve dönmedi. Ertesi sabah, Haçig ve Garabetle bir­likte, kasap dükkanından alınıp şehir hapishanesine götürüldüğü­ne dair söylentiler geldi kulağımıza. Vartuhi, büyükannem ve ben hemen hükümet konağına koş­tuk. Bu bina hem belediyemiz, hem adliyemiz hem de hapishanemizdi. Büyük salona girer girmez, iki büklüm olmuş adamları daha iyi görebilmek için boynumu uzattım. Babalığım, orada, parmaklık­ların arkasında duruyordu. Tükenmiş bir haldeydi. Bütün gece uyu­mamış gibiydi. Elbiseleri kir pas içinde ve buruş buruştu… Babalığım duvar kenarından süzülerek kapıya ve bize doğru yaklaştı. Askerlerin dükkanını nasıl aradıklarını anlatırken ben onun elini tutuyordum. Bütün parasını almışlar, muhasebe defter­lerini yakmışlar ve dükkandaki etleri götürmüşlerdi…

Kasabalıların kilisede toplantı esnasında katledildiklerine şahit olur: Kasabanın yaşlılarının pencerelerden sızan seslerini duyabili­yordum. Kilise ağzına kadar doluydu ve insanlar birbirlerine bağırıyorlardı. Bir adamın, “Karşı koymalıyız. Koyun gibi boğazlanmayı bek­leyemeyiz” dediğini duydum. Bir diğeriyse, “Fakat dostlarımızın sözlerine güvenmeliyiz. Eğer emniyette olduğumuzu söylüyorlarsa, ben onlara inanırım” diyordu. “Oldu,” dedi biri, “sen onlara inanmaya devam et; cesedini ben gömerim.” Sol tarafımda atlarının sırtında kiliseye doğru ilerleyen bir grup asker gördüm. Duvarın arkasında iyice çömeldim ve bir askerin açık bir pencereden içeri yanan bir meşale attığını gördüm. Öbür askerler gülüyor ve bir yandan da bağ iriyorlardı, “Hadi bakalım Hıristiyan Tanrı’nız gelsin de kurtarsın şimdi sizi. Domuz­lar gibi kızaracaksınız.” Ardından çığlıklar yükselmeye başladı. Kiliseden koşuşan er­kek, kadın ve çocukların çığlıkları havaya yükseliyordu… O gece hiç­birimiz uyumadık. Sabahleyin, hapishaneden bir bekçi geldi ve bize, babalığımın diğer mahkumlarla birlikte bir çalışma kampına gönderildiğini ak­tardı. Bizden kısa yolculuk için bir şeyler paketlememizi istedi… Her gün çok sayıda insan kasabayı terk ediyordu. Derken ba­balığımdan orayı terk etmemizi ve komşu kasabada kendisini bul­mamızı yazan notu geldi…

Yerel memurlar, düşmanın çok yakınlarında olduğunu ve güvenlikleri için şehri terk edip erkeklere yetişmeleri gerek­tiğini söylerler: Hangi düşman? Yakınımıza gelen kimdi? Bu sorular cevapsız kalıyordu. Komşumuz Victor Hamadyan bize, kasabamızdan, şeh­rin varoşlarına götürülmüş erkekler gördüğünü söyledi. Erkeklerin vurulup içine itilmeden önce derin bir çukur kazmaya zorlandıkları­nı söyledi…

Hamadyan babalıktan gelen nota bakar not sahtedir:Şu nota bir bakayım. Babanın el yazısını tanırım… Bu not onun değil. İnanmayın. He­men kaçın. Eğer ayrılmanızı söyleyecekleri ana kadar beklerseniz çok geç olur, inanın” dedi… Bu sırada Müslümanlaştırılmalara şahit olur, “tehcir”den kurtulmak için Müslümanlığa geçenler Müslüman erkeklerle evlendirilmektedir: Amasya’da kalmak için Müslüman olup Hıristi­yanlığımdan asla vazgeçemezdim. Okul arkadaşlarımdan bazıları öyle yaptı. Türk oğlanlarıyla evlendiler; böylelikle ailelerinin evleri ve malları zarar görmedi. Fakat bir daha Ermeniceyi konuşmama veya Hıristiyan ibadetlerini yapmama sözü verdiler. Hayır, ben di­nimden vazgeçemezdim. Onları gitmeye ikna ettim. Bilmediğim şey artık çok geç olduğuydu.Her gün şehrin bir başka kesimi boşaltılıyordu. Okul arkada­şım Ağavni bir Türk’le evlenmişti… Yüzüne baktım. Gözleri buğu­luydu, artık gülmüyordu… Gidiş hazırlıklarına başlanır bazı önlemler alınır: Büyükannem bej rengi yün ceketimin astarına birkaç altın ve mücevher dikti. Mücevherlerden kalanları, altın gerdanlıkları, yü­zükleri, altın ve inci işli uzun kordonları demir bir kutuya yerleştirip avlunun bir köşesine gömdü. Gizli yeri yalnız Arşen ve ben biliyor­duk. Büyükannem, birisi geri dönecekse, onun ben veya Arsen ola­cağından emindi. Haklı çıktı…

Tehcir konvoyuna katılıp ölüm yolculuğuna gitme vakti gelmiştir.Ayrılmayı planladığımız sabah zaptiyeler kapımızı yumrukluyorlardı. Sesinde ordunun kazandırdığı yetki, güç ve dehşetin yansıdığı genç bir Osmanlı zabiti derhal ay­rılmamız gerektiğini bağırıyordu. “Kalanlar vurulacaktır” diyordu. “Yallah, yallah.” “Bu kadar çabuk nasıl gideriz?” dedi, kelimeler arasında nefe­sini tutarak. “Hazırlanmamız gerek.” “Beni ilgilendirmez” dedi zabit. “Toplayabildiğinizi toplayın ve gidin.”…

Kasabadan uzaklaşalı daha yarım saat olmuştu ki dağlardan bir grup Kürt sökün etti ve kervanın önündeki ilk gruba saldırdı… askerler Kürtlerle birlikte bize saldırıyorlardı… Etrafımdaki insanlar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Kimileri kağnı tekerleklerinin altında eziliyor; kimilerinin çeşitli organlarından kan fışkırıyordu. Bir at hemen yanımdaki bir kadını ezdi ve kemiklerinin çatırdayışını duydum… İlk saldırıda ölmeyenler soyulup dö­vülüyorlardı. Ardından askerler kızları alıp götürdüler… Saldırı bitti, ortalık sessizleşti.

Grubun kalanıyla yavaş yavaş tekrar yola koyulurlar.O sabah, üç saat yürümüştük ki askerler ağır ilerleyen kerva­na tekrar saldırdılar. Bu kez erzak ve kağnılarımızı aldılar. Kalaba­lığın içine yürüdük çünkü askerler açıkta kalan insanları kırbaçlı­yor ve atlarının altında eziyorlardı… Bu şekilde üç gün üç gece yürü­dük. Tek yediğimiz şey, büyükannemin cebindeki çörekti…Bizim grubumuz yaklaşık yüz kişiydi. Önümüzde biraz daha büyük bir grup vardı; arkamızdaki üçüncü grup da benzer kalaba­lıktaydı. Kimileri, gittiğimiz yerin Der-el-Zor çölündeki ölüm kampı olduğunu söylüyorlardı. Ölüm kampına varanların güçlüler olduğu söyleniyordu; çoğu yolda ölüyordu. Merak ediyordum, biz Der-el-Zor’a varacak mıydık yoksa ölenler arasında mı olacaktık.

Ölüm konvoyun durumu giderek daha kötüleşmektedir. Sıcak Haziran günleriydi ve elimizdeki su da sıcaktan kuru­muştu. Arabadan kurtardığım küçük su testisine yapışmıştım, fakat neredeyse boştu. Ertesi gece bir kuyunun yanında kamp kurduk. Askerler matara ve testilerini ağzına kadar doldurdular. İşleri bittiğinde, kalabalığa dönüp, “Su almaya çalışırken yaka­lananlar vurulacaktır” diye bağırdılar. Birbirimize yakın oturuyorduk, vücutlarımız değiyordu. Kuyu­nun yanına kimse gitmedi. Gece ilerlediğinde, kuyu tarafından ge­len bir kadın çığlığı duyduk. Kimse kıpırdamadı. Sabah olunca Amasya’dan tanıdığımız genç bir gelinin cesedini gördük…

Yol boyunca yol kenarında katledilen genç ve yaşlı erkeklerin çıplak cesetleriyle dolu çukurların yanlarından geçerler. Açlıktan yamyamlık baş gösterir.Arsen koluma sıkıca asıldı. “Lütfen, lütfen, senden başkasının beni yemesine izin verme­yeceğine söz ver.” “Arsen, salak salak konuşma. Seni kimse yemeyecek.” “Hayır, hayır, bana söz ver” dedi. Bıkkın bir edayla, “Tamam, söz” dedim. Dinlenmek için yol kenarında mola vermiştik ki, bizim zaptiye grubumuzun başındaki Kemal Bey adamlarına bağırdı. “Hücum!” Saldırıdan sonra askerler grubun dışına çekildiler. Biz de ağır ağır kalktık, birkaç eşyamızı topladık ve tekrar yola koyul­duk. Bir yorganımız, bir emaye kabımız, biraz da kuru kayısıyla ba­demimiz vardı; onları da büyükannem bir cesetten yürütmüştü….

Esterde artık takat kalmamıştır, düşer.Başıma güneş geçmiş düşmüşüm… kimsede yardım edecek takat kalmamıştı… Tekrar düştüğümde, bir asker Vartuhi’yi itti. “Bırak onu, nasıl olsa ölecek.”

Bir Kürt aşiretinin geçen kervanları beklediği kamp yerinin ya­kınlarında yol kenarına uzandım. Ölü ve yarı ölüleri soymalarını iz­ledim… Vartuhi eğilip alnımdan öptü. Gökyüzüne baktı ve mırıldandı, “Asvadz, atçigis azade.” (Tanrı’m küçük kızımı koru.) Mülteci kala­balığı arasında gözden kayboldu.

Bir başına kalmıştım….

Ester kendinden geçer, tekrar kendine geldiğinde cesetlerle beraber elbiselerimi soyulmuş çıplak olarak bir at arabası üstündedir. Orada çürüyen etlerin altında hiç kıpırdamadan yattım… Et yığınının altına gömüldüm iyice… Atlar dik bir yamacın kenarına gitti geri geri ve arabanın arka kapağı açıldı. Ceset parçalarıyla birlikte yuvarlandım ve yarın ke­narına düştüm. Bir kayaya saplanmış bir ağaç dalı aşağıdaki ırma­ğa düşmemi engellemişti. “Bak, biri şu ağacın üstüne takıldı” dedi arabacı.

“Boş ver… Rüzgar o orospuyu aşağı atar. Ben acıktım, gide­lim” dedi yardımcısı. Öylece durdum…

Daha sonra Siranuş dediği Müslümanlaştırılmış bir Ermeni kadın tarafından kurtarılırken“Bırak öleyim. Beni aşağı itiver. Hiçbir şeyim kalmadı ki. Niye yaşayayım?…  Mezarım ırmak olsun.”

Siranuş eğildi ve kulağıma Türkçe, “Bu da geçer” yahu dedi. Gözlerimi kapadım. Amasya’dan ayrılalı üç hafta olmuştu; üç yıl gibi geliyordu bana…

Siranuş tarafından bir Yusuf adlı birine teslim edilir: Siranuş beni ölüm yürüyüşünden kurta­rıp da Yusuf Bey’in evine getirdiğinde bütün sıkıntılarımın bittiğini düşünmüştüm.” Annem kaktüsü elinde sıkıca tutarak arkasına yaslandı. “Yusuf Bey bana kızı gibi göz kulak olacağına söz vermişti…. Fakat benim ır­zıma geçti.” Evde evlad-ı metruke olarak tutulan iki Ermeni genci daha vardır. Evde ayrıca uşak olarak çalışan Amasyalı Aram ve Suren vardı… Aram; Ben yeteri kadar Türkçe öğrendiğimde, sınırdan Rusya’ya kaçacağım ve Ermeni devrimcilerine katılacağım. Sözleriyle  kurtulma ümidini kaybetmemektedir.

Yusuf tarafından Malatya’daki yetimhaneye teslim edilirken Ester yaşam ümidini korumaktadır. Burada da yetimhane koşullarını tasvir eder: “Hoş geldin,” dedi, “Ben Mayrig” -anne.”Kaç annem olacaktı benim? Birincisi öz annemdi, ki hiç tanı­mamıştım. Sonra zatürreeden ölen Pepron geliyordu, ardından ölüm yürüyüşünde kaybettiğim Vartuhi. Bir sonraki beni kızı kabul ettiğini söyleyip bir orospu gibi kocasına sunan Hanım’dı. Belki bü­tün bunlar kötü bir rüyaydı. Bir süre sonra uyanıp kendimi Amasya’daki yatağımda bulur muydum?”

Yetimhane Ester için olduğu gibi diğer yetimler için pek kurtuluş sayılmaz. Yemek ve sağlık koşulları kötü, Çocukları kafaları bit dolu, ölümler yüksektir: Akşam yemeğinde birkaç parça bayat ekmek, biraz et suyu ve yoğurt vardı. Yemekten sonra dosdoğru yataklara gittik. Şiltenin sağ tarafına büzüştüm ve öbür ikisine dokunmamaya çalıştım. Beş yaşındaki Sofya ortada uyudu ve gece boyu hiç kıpırdamadı. Sabahleyin birisi dedi ki, “Sofya ölmüş.” Meri elini battaniyenin altındaki koluma dokundu ve fısıldadı, “Kıpırdama, Ester. Şimdi birisi gelir ve onu ölüm arabasına götürür.”Ölüm arabası nedir?” diye sordum. “Her sabah ölüm arabası gece ölenleri almaya gelir. Sus, işte geliyor.” Beyazlar içindeki bir hemşire uzandı ve küçük ölü kızı sıska kolundan tuttuğu gibi kaldırdı. Öbür yana döndüm ve kızı merdi­venlerden sürüklemesini seyrettim. Küçük kızın cesedi her basa­makta küt diye ses çıkartıyordu. Başının bir bez bebek gibi bir o yana bir bu yana çarpmasını izledim. Başımı yastığın altına sok­tum ve ellerimle kulaklarımı kapattım.

Haftada bir birileri gelip beğendikleri yetişkin kızları alıp götürürler. Haftada bir gün, Tacikler geliyor, seçtikleri kızları alıyorlardı. köle seçer gibi, hiç kimse soru sormuyordu. Bir gün sıra Ester’e gelir.  Kendini bir arabanın arkasında bularak Şamil tarafından evine götürülür: Evleri küçüktü. Ortadaki oda oturma, yemek pişirme ve yeme odasıydı. Öte yanda kadınların uyudukları girintiler vardı. Mobilya­lar eski ve pisti. Kirli zeminin ortasında eski bir kilim seriliydi. “Merak etme,” dedi Şamilin annesi, “Sabahleyin siniri geçer. Senin adın ne bakayım?” “Ester” dedim. “Artık değil” dedi. “Bugünden tezi yok senin adın Hatice Gezer. Yarın seni nikaha hazırlarız.” Ester adını kaybetmiştir. Müslümanlaştırılır. Namaz kıldırılır. Günde beş kez Mekke’ye dönüyor ve dizlerimiz üstünde namaz kılıyorduk. İnançlı Müslüman olmadığı anlaşıldığında günlük dayaklar başlar. Ya Tanrıyı unutursun ya da ölürsün… Sağdım fakat hala bir köleydim… Hey gavur gelip sırtımı ov. Bana yemek getir. Yerleri sil. Atları sula…

Savaş herkesi vurduğu gibi Ester’in Hatice olarak kaldığı Şamil ailesini de vurmuştur. Şamil ve ailesiyle yaşadığım üç yıl boyunca çok kötü beslen­miştik. Savaş herkesin erzakını silip süpürmüştü. Zaten çok şeyi­miz olmamıştı ve şimdi öncekinden de kötüydük. Ailemin ve arka­daşlarımın dolu mideyle ölmelerini düşünüyordum. Ben sağdım fa­kat açtım. Beraber yaşadığım bu Türkler de acı çekiyorlardı. Si­vas’ta, “Türkiye Türklerindir” naralarını duyuyordum. Bana bir zafer gibi gelmiyordu pek.

Nihayet Savaş biter, 1918 Mayıs’ında küçük bir grup Ermeni devrimcinin bağımsız bir Ermenistan kurdukları haberi geldi. Kıraathanelerdeki Türk er­kekleri Ermeni birliklerinin mültecileri kurtarmak üzere Sivas’a ilerlediklerinden bahsediyorlardı. İçim birden umutla dolmuştu. Asker­lerin mültecileri kurtarmak için Sivas’a geldikleri doğru muydu? Be­ni kurtarmaya gelen askerler! Şamil bu durumdan o kadar çok korkmuştu ki, askerler geldiğinde kendisi için iyi şeyler söyleme sö­zü verdirtti jana.

“Onlara sana iyi davrandığımı söyle Hatice. Senin hayatını kurtardığımı söyle.”

Bana gavur değil de Hatice diye seslenmesi dikkatimi çekmiş­ti. Gerçekten kaygılanmış olmalıydı. Kaygılanmasına hiç gerek yoktu. Gelen giden olmadı.

Bu arada bir tesadüf eseri iki kardeş karşılaşırlar. Ester’in acıları nihayete ermesi için kaçabilme umudu belirir. Harutyun, Nalbant oldukları için Soykırımdan kurtulan Bagradyan ailesi ile Amasya’ya dönerler. Amasya bıraktığı Amasya değildir. Sokaklarda koyu bir bulut gibi elle tutulur bir sessiz­lik asılıydı… Ağır suç mahalline dönüyordum. Kanlar temizlenmişti; cesetler kaldırıl­mıştı, fakat o dehşet anları beynime işlemişti bir kere. Her şey göz­lerimde tekrar canlanıyordu. Gördükleri ve yaşadıkları karşısında  şaşkındır.Tanrıyı sorgular. Amasya aynıydı, sadece insanlar değişmişlerdi. Geri dönme­yen Ermeni ailelerinin evlerinde Türk aileler yaşıyordu. Şehirde ka­lan Ermeni aileler yalnızca Türkçe konuşuyordu. Tüm Ermeni kili­seleri kapatılmıştı, gökyüzüne uzanan boş gölgeler gibiydiler. Tan­rı, ibadethaneleri kapatıldığına göre, kulları nerede ibadet ediyor­lar diye merak ediyor muydu? Müslümanların kafir Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerini işitiyor muydu? Cemaatinin nereye gittiğini merak ediyor muydu? Bu cinayetleri niye durdurmuyordu? Babalığının sözü aklına gelir: Bir bil­diği vardır elbet…

İnkar ve amneziyi sorgular: Zovikyanlar’a önemli Türk memurları ziyarete geliyorlardı, fa­kat hiçbiri “bela”dan bahsetmiyordu. Sanki hiç olmamıştı. Ermeni­ler, çirkin öyküleri kendi evlerinde konuşuyorlardı. Mortsir hepsinin kullandığı bir sözcük olmuştu. Fakat nasıl unutulur ki? Amasya’da kalanlar cehenneme giden yolda neler olduğunu hiç görmemişler­di. Hiç görmedikleri şeyleri unutmak kolaydır. Ester’in, Hiçbir sözcük yaşa­dığım acıları tarif edemezdi. Sözlerine ise eklenecek bir şey yoktur…


[1] Margaret Ajemian Ahnert , Amasyanın Dikenleri, Çev. Attila Tuygan, Belge Uluslar arası Y. 2009.