İSTANBUL DOĞUMLU RUMLARIN KOVULMASI – 1964

İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Müslümanlar 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasına göre mecburi mübadelenin dışında kalmışlardı (1). Ancak kalan Rumlar her zaman için göze batan bir unsurdu. Nasıl ki 6/7 1955’te Kıbrıs bahane edilerek pogromu gerçekleştirdilerse bu kez de yine Kıbrıs ve hiç alakası olmayan 1930 tarihli Seyrü Sefain anlaşmasının feshi bahane edilerek İstanbul doğumlu Rumlar sınır dışı edileceklerdir. Kıbrıs etnik temizlik için bulunmaz bir bahanedir. 50’li yılların ortasından 1962’ye kadar Kıbrıs olaylarını fırsat bilerek elli kişiyi sınır dışı etmişlerdi.

Fakat bu sınırdışı olayları sistematize edilmemişti, sadece kovulan kişileri ilgilendiriyordu. Bir filoloji derneği olan Elen Birliği üyeleri olan Bu Rumların çoğunluğu da devlet aleyhine faaliyetlerle ve casuslukla ilişkilendiriliyordu.

İstanbullu Rumların sınırdışı edilmeleri etnik temizlik politikasının önemli halkalarından biridir. 1964 yılında Kıbrıs’ta yaşananlara misilleme olarak İsmet İnönü Hükümeti İstanbul’daki etablis Rumların (Lozan’la bu hakkı elde eden İstanbul doğumlu Yunan vatandaşları) oturma izinleri iptal edildi. Karar için özel bir gün seçilmesi ihmal edilmemiştir. Sınırdışı kararı 16 Mart 1964 günü verilmiştir. 16 Mart aynı zamanda “İstanbul’un kurtuluşu”nun 44. Yıldönümü ve Varlık Vergisinin kaldırıldığı güne denk getirilmiştir. Etnik temizlik uzmanı İnönü’nün kaldığı yerden başladığını söylersek abartmış olmayız. Bu sayede İstanbullu Rumlar kitle halinde kovulacak kalanlar da süreç içerisinde teker teker ayrılarak Rumlar tarihsel topraklarından kovulacaklardır. Kararla birlikte tapu işlemleri ve banka hesapları donduruldu. Kovulanlar yanlarına alacak eşyalara dahi sınırlama getirilmiştir. “Sınırdışı edilen her kişi beraberinde ancak kişsel eşyalardan oluşan 20 kiloluk valiz ve 200 Türk lirası da para (O günkü kurla 22 dolardı) çıkarma hakkına sahipti. Bunun dışındaki eşyayı Türkiye’den çıkartması kesinlikle yasaktı. Buna ev eşyaları ya da hatıra değeri taşıyan ziynet vb. değerli eşyalar da dahildi.” (2)

Sınırdışı kararı ile birlikte Rumlara yönelik suçlamalarda sınır tanınmadı. Dehumanization dolu dizgin gidiyordu. Dönemin gazetelerindeki haberler açısından Türk basınını yüz kızartıcı nitelemesi denilse dahi az gelir. Dış ticaret hacmi ithalatı bakımından, Türkiye’nin 343 milyon ihracatı 310 milyon iken Rumlar 500 milyon döviz kaçakçılığı ile suçlanmaktadırlar.

1955 olaylarından On yıl sonra 1964 yılı mart ayında acılı göç yine başlamıştı. Yaşlılar, hastalar gözyaşlarına bakılmadan ülkeden gönderildiler. Terörize ortamdan dolayı büyük bir göç daha başladı. 1964 yılı sonuna kadar İstanbullu Rumlar kitlesel olarak sınırdışı edildiler. İşlerini tasfiye edemeden alacaklarını toplayamadan apar topar gönderildiler. Gayrimenkullerine, banka hesaplarına ve alacaklarına el konularak T.C. nin kurucu antlaşması Lozan’a rağmen sınırdışı edildiler (3). Olayların tanığı olan Sarkis yoldaş olayları kısaca şöyle ifade ediyor: “1964’te Rumların Yunanistan’a gönderilmeleri sırasında yıkma, yağma, öldürme gibi olaylar olmadı benim bildiğim kadarıyla ama, herkesi emniyete çağırdılar, ‘kendi rızamla gidiyorum’ diye imza aldılar. Formalite tabii, tehditle aldılar bu imzaları. İnsanların çoğu ağlayarak gitti. ‘potansiyel düşmanlar’! Sedyeyle bir kadın gidiyor, yürümeye gücü yok, o da ‘alternatif düşman’ sayılıyor. Sınır dışı ediliyor, kadın sedyeyle gidiyor ‘potansiyel düşman’!” (4)

Evet bu kez vurma kırma olmamıştı ama devletin oluşturduğu terörize ortam korkunçtu (5). Dönemin gazeteleri ve meclis üyeleri koro halinde İstanbul doğumlu Rumların üzerine çullandığı gibi bilfiil emniyet güçleri de bunların ensesine yapışmışlardı. Mağdur anlatımlarında bu konu ortaktır:

“Kayınpederimi 1 Nisan Perşembe günü hapsettiler ve 15 Nisan’da serbest bıraktılar, ardından sınırdışı ettiler. Ellerinde kelepçeler olduğu halde, polis gözetiminde onu havaalanına kadar götürdük, uçak kalkana ve kapılar kapanana kadar beklediklerini söyleyebilirim, yani kapılar kapandı, uçak havalandı ve öylece gittiler.”

Bir başka anlatımda da aynı terör ortamının altı çizilmektedir: (Rumları sınırdışı etmeye başladıkları zaman) sınırdışı edilecek olanların adları gazetelerde çıkıyordu. Ve her gün gazeteyi alarak içine bakıyordun. İçinde adım yoktu. Bir sabah Burgaz adadan iniyorduk ve birbirimizin yanında oturarak gazetelere bakıyorduk. Derken gazeteye kendisi göz atıyordu, Papadopulos, Spiropulos ve ne bileyim, orada durdu, daha fazlasını okumadı. Ona: Haydi, gel Andoni, söyle, durma benim ismim de geçiyor, söylesene Dedim. Evet yazıyorlar. Diye cevap verdi. Buydu işte. Hemen Dördüncü Şubeye Yabancılar Dairesine gittik. Bize ne yazdığını görmememiz için ikiye katlanmış bir kağıdın üstüne imzamızı atmamızı istiyorlardı. Benim o zamanlar çok tanıdığım vardı. Onların arasında birini gördüm, ne bileyim ben, ona şöyle dedim: Ali Bey ben bu kağıda nasıl imzamı atabilirim, belki burada Türkleri katlettiğimi yazabilirler, ben bunu mu gösterdim, ne bileyim. O ise bana: Sana bir arkadaş olarak buraya imzanı atmanı tavsiye ederim. Diye cevap verdi…

-Yani okumayacak mıyım?

– Bak, ben sana okumana engel olamam, onu açıp okuduğun takdirde, çocuğunu bile göremeden buradan bir arabayla dosdoğru sınır kapısına gideceksin. Benim tavsiyemi dinlersen ve okumadan imzanı atarsan, Hükümetin, her neyse Devletin hoşgörüsü sayesinde bazı işlerini haletmen için altı günün olacak.”

Kovulanların pasaportlarına ilkin ”Bu pasaportun sahibi Türk makamları tarafından sınırdışı edilmiştir” diye yazan bir damga vuruluyordu. Daha sonra ise ”İkamet teskeresinin süresi sona erdiğinden dolayı Türk makamları tarafından sınırdışı edilmiştir.”diye bir damga vuruyorlardı.

Atina’da bu kurbanlar üzerine bir çalışma yapan Yanni N. Drini’nin (6) İstanbullu Rum sürgünleri ile ilgili olarak çarpıcı sonuçlara varırken genel bir politikanın devamının altını çizer: “İstanbullu Rumlar on yıl arayla meydana gelen [yazar 6/7 Eylül 1955 olaylarından söz ediyor] bu olaylara değinirken, her şeyin Türk Devletinin onları kovmak ve baskı yapmak için oluşturduğu bir zincirin devamlı halkaları olduklarına inandıklarını söylüyorlar. Kendi hayatlarından bahsettikleri zaman ise hayatlarını etkileyen şu üç temel olayın üstünde görüşleri birleşiyor: Genç nesillerin büyüklerinden öğrendiklerine göre İkinci Dünya Savaşı esnasında yirmi yaş grubunun Amele Taburlarına seferber edilmesi ve Varlık Vergisi daha sonra ise Eylül ayında meydana gelen olaylar. Çoğu kez, ben onlara herhangi bir soru yöneltmeme fırsat vermeden bu olaylara değinmeye ihtiyaç duydukları açıkça belli oluyordu. Bu insanlarla görüşmelerim esnasında, bir vaka hariç, kendilerini sarsan oldukça trajik bir şekilde geçen olayları duygularını saklamadan gözler önüne sermeye çalışmalarından, Eylül 1955 ayında meydana gelenlerin üstünde özellikle durmak istediklerini anlıyordum.”

Drini kurbanların psikolojisini de çizer: “Aksine sınırdışı edilmeleri, onların kendi aralarında eski benzer vakalarda olduğu gibi tekrar toparlanmaya çalıştıkları bir durak noktası olmaktan ve tarihi bir trajedinin önemini taşımaktan öte İstanbullu Rumları toplu bir halde yaşadıkları yerden alarak dağılmalarına neden olan, hayatlarını bundan böyle önce ve sonra diye ikiye bölen ve anılarını bir yerden başka bir yere taşımak suretiyle hayatlarında iz bırakan önemli bir geçiş noktası niteliğini taşıyor. Tüm konuştuğum kişiler, tehcir olayının İstanbul’u ikiye bölen bir zaman geçidi olduğunu ısrarla söylemeye devam ediyorlar, çünkü 1964’te Rumlar gittikten sonra İstanbul artık eskisi gibi değildi.”

Kovulanlar kaderinde Yunanistan’da sefalet vardır: “Buraya geldiğimiz zaman moralimiz pek iyi değildi. Buraya gelmek istemiyorduk. Gelmek istemiyorduk, çünkü Yunanistan’da sefalet var diye bizi korkutmuşlardı, biliyorsunuz öyle diyorlardı. Bizi hoş karşılamadılar. İstanbul’da yaşayan Rumlar, belli aralıklarla seyahate çıkıp buraya geliyorlardı, oradaki hayatı görüyorlardı. Gerçekten biz 1964’te buraya geldiğimiz zaman büyük fakirlik gördük. Buradaki insanlardan ben hayal kırıklığına uğramıştım, bu insanlar bunca sene buradadırlar ve fakirlik içinde yaşıyorlar biz nasıl kalkınacağız diyorduk. İstanbul’da iyiydik, evimizi düzmüştük, işimiz vardı, etrafımızda akrabalarımız vardı, hepsi bize yakındı. Burada ise birbirimizi kaybettik, biri diğerinden uzakta kalmıştı.”

Sonuç olarak tek parti diktatörlüğünün CHP’sinin azınlıklardan sorumlu 9. Dairesinin Rumlara ilişkin İstanbul’un 500. Fetih Yıldönümünde, tek Rumsuz İstanbul kararı, fethin 500. yılına yetişememişti ancak bugün İstanbul’da Rumlar artık yok denecek kadar azalmışlardır.

1. Neoklis Sarris’e göre (1994) Türk makamları bu iki toplumun mübadalenin dışında kalmasına razı geldi, çünkü Rumları, yeni gelen Türk işadamlarına ”yol göstermeleri” için kullanmak istiyordu. Genel bir bakış açısından ”mübadeleye tabii” ve ”etabli” hukuki terimlerinin açıklanması bu kadar karışık olması. Bu İstanbullu Rum azınlığıyla doğrudan alakalı olan bir konudur Önemli olan nokta İstanbul’da yaşayan Rumların mübadeleden istisna edilmesi hangi uyrukluğa tabii olmasından bağımsızdı. Hatta İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Rumlar 1930 Ankara anlaşması ile hiç bir ilgisi yoktu.

2. Hülya Demir-Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, Belge Uluslararası Y. 1999, s 72

3. Aslında Yunan uyruklu Rumlar Lozan Antlaşmasına (1923) tabi olarak mübadelenin dışında kalmışlardı. Buna göre sınır dışı edilmeleri Lozan Antlaşmasının açık bir ihlaliydi.

4. Çerkezyan S. Dünya Hepimize Yeter. Ed Yasemin Gedik. Belge Uluslararası Yayıncılık 2009. s 195

5. Yunanlıları sınırdışı etmeye başladıkları zaman, İstanbul’da Rum cemiyeti arasında, korku rüzgarı esiyordu. Korku, panik ve kaçış. Evet, öyle bu insanlar korkudan büzülmüş bir haldeydiler, diyelim ki evlerinden dışarıya çıktıkları zaman onları, bekleyen iki Türk’ün saldırısına uğrayabileceklerini veya onların tarafından öldürüleceklerini düşünerek tedirgin oluyorlardı. Özellikle yetişkin kızları olan aileler Yunanlılar için büyük bir problem teşkil ediyordu,

6. Yanni N Drini’nin  1964 kovulmalarına dikkat çeken çalışması  Memleket Hasreti, Gönlümün Kasveti 15 yıl önceTürkçeye çevrilmesine rağmen halen yayınlanamamıştır.

* Bu yazı 2011 Nisan ayında Halkın Günlüğü gazetesinde yayınlanmıştır