MODERN TARİHİN ÖNEMLİ TANIĞI: MORGENTHAU

Morgenthau, ABD’nin Osmanlı büyükelçisi olarak geçirdiği yıllara ait anılarını kaleme aldığı “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü[1]” birinci büyük savaş döneminde yazılıp yayınlanmış modern tarihin en büyük ve en önemli tanıklığıdır. Büyükelçi bu eseriyle tarih ezberimizi bozar ve yeni perspektifler sunar.

Morgenthau Osmanlı’nın en önemli dönemi 1913-16 yıllarına ışık tutar. Tarafsız ünlü eseriyle neredeyse savaşın diğer tarafların ve taraf olmayanların da temsilcisi olarak deneyimlerini paylaştığı gibi İttihat ve Terakki’nin bu dönem içinde olgunlaşmasına(!)[2] da ışık tutmaktadır.
Büyükelçi’nin Öyküsünün en çarpıcı bölümleri Ermeni kırımı, Asuri ve Helen kökenli Osmanlı vatandaşların öldürülmesi ve göç ettirilmesiyle ilgilidir, Büyükelçi Gayrimüslim nüfusun imhasının canlı tanığıdır.16 Temmuz 1915’te Dışişlerine gönderdiği bir telgrafta daha o tarihte yapılan işlemleri “bir soyun imhası” olarak niteleyerek, modern tarihin en önemli soykırımına dikkat çekmiştir. O dönemde cesaretle bu işlemlerle ilgili Osmanlı yöneticilerine ve Alman işgal komiseri Büyükelçi Baron von Wangenheim’e defalarca müdahalelerde ve protestolarda bulunmuştur.

Büyükelçi aşama, aşama İttihatçı yönetimin nasıl savaşa hazırlandığının ve Almanlar tarafından İstanbul’un nasıl teslim alındığının da tanıklığını yapmaktadır. Osmanlının savaşa sokulması ve Osmanlı topraklarındaki Gayrimüslimlerin temizlenmesi gibi iki önemli olayı tanığı olarak, Büyükelçinin anılarının Türkçe yayınlanması Resmi tarihçilerin karanlıkta bıraktıkları noktaların aydınlatılması bakımından önemlidir. Anılarda Osmanlının nasıl teslim alınarak savaşa sokulduğunu okuyoruz. İttihatçıların beceriksizliklerini, bu beceriksizliklerden faydalanarak Alman Büyükelçisinin İmparatorluğu iki gemi ile (Goeben ve Breslau) nasıl teslim aldığını, Kayzer’in İmparatorluğun kaderiyle nasıl oynadığının, İmparatorluğun yönetimindeki İttihatçıların Prusya otokrasisinin bir maşası olarak kendi sonlarını nasıl hazırladıklarının canlı tanıklığını görüyoruz.


Büyükelçi öyküsünde, Kayzer’in savaşı çok kısa sürede kazanacağı inancında olduğundan teslim aldığı imparatorluğu başlangıçta zaferin ganimetlerine ortak etmemek için savaşa sokmadığını, sadece Osmanlı ordusundaki Alman generaller ve Büyükelçi Wangenheim kanalıyla imparatorluğun politikasına hükmettiği, ne zaman ki Marne’da durdurulup savaşın seyri kötüye gittiğinde Osmanlıyı savaşa iştirak ettirildiğine: “Wangenheim bir beklemece oyunu oynuyor, Türkiye’yi muhtemel bir Alman müttefiki yapıyor, ordusunu ve donanmasını güçlendiriyor ve en uygun zaman gelince kullanıma hazırlıyordu. Almanya savaşı Türkiyelin yardımı olmaksızın kazanamayacak duruma, geldiğinde, onu bir müttefik olarak yanına almaya hazırdı; Türkiyesiz kazanabilecekse, Türklere işbirliğinin bedelini ödemek zorunda kalmayacaktı. Bu arada en akılcı yol, Türk güçleri Alman başarısı açısından çok önemli hale gelene değin onu kenarda tutmaktı.” (s 82) Almanların Aralık 1913 den beri Osmanlı ordusunu yedek güç olarak hazırladıklarını. Bu bekleme süresinde İttihatçıların bir an önce savaşa dahil olmak için nasıl can attıklarını belirtir: “Talat bana açıkça Türkiye’nin Almanların yanında yer almaya karar verdiğini söyledi ya onlarla beraber batacak ya da çıkacaklardı” (s 101), “Almanya kazanırsa -ki Talat Almanya’nın kazanacağına emin olduğunu söylüyordu- Türkiye’nin bu zaferde yer almaması durumunda Kayzer’in Türkiye’den öcünü alacağını düşündüğünü söyledi”(s102) ifadesinde geçen Talat’ın bakışı bağımsız bir devlet adamının söyleyeceği şeyler değildir. Talat ayrıca “yapacağımız en iyi şey Almanya’nın tarafında olmak şayet bir ay sonra menfaatimiz icabı Fransa ve İngiltere ile kucaklaşmamız lazım gelirse bunu da yaparız… Almanya Rusya’ya hücum ediyorken bir tane de biz vurabiliriz” (s 102) sözleri ittihatçı politikalarının bir anlamda özetidir.

Kayzer, İmparatorluğun elini kolunu bağlamıştır. Osmanlı yöneticilerine danışmadan iki gemi yi İstanbul’a gönderip, boğazda demirleyerek imparatorluğun teslim alınışını, Çanakkale boğazının Osmanlı yöneticilerine danışmadan kapatmasını, ve bu boğazı kapatmanın Alman Büyükelçisi tarafından “Rusya’nın nasırına bastık ve basılı tutmaya niyetliyiz” (s 79) sözleriyle ifade edilmesini, Morghenthu: “Bundan Almanya’nın Goeben ve Breslau’ı Çanakkale Boğazı’ndan göndermiş olduğunu ve asıl vurguyu İstanbul’u kontrol etmelerine yaptığını anlamalıyız”… Wangenheim, Almanya’nın Çanakkale Boğazı’nda 174 topçusunun bulunmasıyla, boğazın otuz dakikada kapatılabileceğiyle ve Alman amiral Souchon’un kendisine boğazın zapt edilemez olduğunu bildirmiş olmasıyla öğünüyordu” (s79-80) “Almanlar Çanakkale Boğazında çalışıyorlar, istihkamları güçlendiriyorlar ve muhtemel bir ihtilaf saldırısına hazırlanıyorlardı. Eylül itibariyle Babıali artık Osmanlı İmparatorluğunun karargahı olmaktan çıkmıştı. Ben o dönemlerde en etkin otorite makamının General adlı Alman ticaret gemisi olduğunu düşünüyorum… General Pratikte bir Alman Kulübü veya oteli gibi hizmet ediyordu, Goeben ve Breslau’ın subayları ve Türk gemilerine komuta etmeye gönderilmiş başka Alman subaylar gemide yiyor ve uyuyorlardı… Aralarındaki sohbetler Türk donanmasını gerçekte kimin kontrol ettiğine ilişkin hiçbir kuşku bırakmıyordu.” (s 86) İmparatorluğun ne durumda olduğunun ve Osmanlı Yönetiminin kimlerin elinde olduğuna dair aşağıdaki anekdot çok şeyi açıklıyor: “Goeben ve Breslaıı Boğaz’daki daimi karargaha ulaşmasından birkaç hafta sonra, Maliye Nazırı Cavit Bey, o sıralar İstanbul’da bulunan Belçikalı ünlü bir hukukçuyla toplantı yapıyordu. Size kötü havadislerim var, dedi sempatik Türk devlet adamı. Almanlar Brüksel’i işgal ettiler. Neredeyse iki metre boyundaki dev Belçikalı ellerini nazikçe bu ufak tefek Türk’ün omuzlarına koydu. Benim size çok daha kötü havadislerim var, dedi, Goeben ve Breslau’nun demirlemiş olduğu Boğaz’a işaret ederek, Al-manlar Türkiye’yi işgal ettiler.” (s 70)
Almanlar 27 Eylül 1914 te Çanakkale Boğazını kapatırlar, Maliye Bakanı Cavit Bey: “Bizim için de sürpriz oldu” (s 89) ifadesi İmparatorlukta fiili iktidarın kimlerde olduğunun ifadesidir. Bu tarihte Türkiye henüz savaşa dahil olmamıştır, barıştadır ve savaş hali haricinde boğazı ticaret gemilerine kapatmaya yasal hakkı da yoktur. Boğazın Almanlar tarafından ansızın kapatılmasıyla Rusya’nın dünya ile ilişiği kesildiği gibi İmparatorluk da dünyadan tecrit olmuştur.

Seferberlik de Almanlar tarafından yönetildiğini söylemeye lüzum yoktur: “Bu seferberliği Almanların yönetiyor oldukları yalnızca kanı değil, kanıtlanmış bir olgudur. Almanların malzemelere kendi kullanımları için el koyduklarını belirtmekle yetineyim. Alman deniz ateşesi Humann’ın bir gemi dolusu küspeye resmen el koyuşunun bir fotoğrafı elimde. Bu belgenin tarihi 29 Eylül 1914’dür. 26 Eylül günlü mektubunuzda bahsettiğiniz Derince şilebinin navlununa diye yazıyor kağıtta, Alman Hükümeti namına tarafımdan el konulmuştur. Bu Türkiye’nin savaşa girmesinden bir ay önce Almanya’nın İstanbul’da büyük yetkilere sahip olduğunu açıkça göstermektedir” (s 61) Savaşta Osmanlının bir diğer müttefiki Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Askeri ataşesi General Joseph Pomiankowski de o günlerin canlı tanığı olarak, Osmanlı yönetiminin durumuna ilişkin Morghenthau ile aynı kanıdadır: “Türkiye’nin ta başından beri Harbin sevk ve idaresinde Enver Paşa ile Büyükelçi Wangenheim arasında gizli bir görüşme ya da anlaşma sağlanmıştı”[3]. Anılarda seferberlik dolayısıyla yapılan soygunlara da dikkat çekmektedir: “… [H]alkın büyük çoğunluğu için resmi el koymalar mali yıkımdan öte bir şey değildi. Sürecin yalnızca soygunculukla işliyor olduğu, ordunun güya askerlerin kullanımı için aldığı malzemelerden anlaşılmaktadır. Subaylar bulabildikleri tüm tiftik dokumalara el koydular; hatta bazen kadınların ipek çoraplarını, korselerini ve bebe patiklerini bile aldılar ve ben bir keresinde Türk mağazasını havyar ve başka pahalı yiyeceklerle donattıklarını işittim. Kadın iç çamaşırı ticareti yapan bir tüccardan battaniye istemişler; battaniye satmadığını söylediğinde ne buldularsa el koymuşlar; daha sonra bu tüccar mallarını rakip işletmelerde görmüş. Türkler pek çok olayda benzer şeyleri yapıyorlardı. Sistem, taşınabilir ne varsa el koyma ve onları nakde çevirme biçiminde işliyordu; paranın sonunda nereye gittiğini bilmiyorum, fakat pek çok kişinin servet sahibi olduğundan en ufacık kuşkum yok” (s 60) Bu tarz soygunlara maruz kalanların ezici çoğunluğunun Gayrimüslim iş sahiplerinin olduğunu söylemeye gerek yok. “Ordu levazım ve erzak taleplerinin muhatapları ülkenin her yerinde olduğu gibi Müslümanlardan çok Hıristiyanlardı.” ( s 219)

Almanya’nın satın aldığı, İttihatçı basınla ilgili olarak söyledikleri bize hiç yabancı değildir: “Wangenheim’ın ajanları gazete sütunlarında Britanya aleyhine yazılar yazdırıyorlardı. Neredeyse tüm Türk basını Almanya’nın kontrolüne geçmişti. Wangenheim, en büyük Türk gazetelerinden İkdam’ı satın alarak Almanya’ya övgüler düzdürmeye, İtilafa sövdürmeye başladı. Fransızca ve Almanca basılan Osmanischer Lloyd gazetesi Alman Büyükelçiliğinin bir organı haline geldi. Türk Anayasası basın özgürlüğünü teminat almasına rağmen Merkezi Güçler lehine sansür başlatıldı.Tüm Türk müelliflere Almanya lehine yazılar sipariş edildi ve onlar da bu talimatlara uydular. Fransızca basılan İtilaf yanlısı Jeune Turc susturuldu. Türk gazeteleri Alman zaferlerini abartıyor, sürekli olarak, çoğu hayal ürünü İtilaf yenilgileriyle ilgili haberler yapıyordu.” (s 84)

Alman propagandası sadece bunlarla yetinmez: “Baron Oppenheim, Britanya ve Fransa aleyhine kamuoyu oluşturmak üzere tüm Türkiye’yi dolaşıyordu… Duvarlar, Türkiye’nin bir yüzyıl içinde kaybetmiş olduğu toprakları gösteren devasa haritalarla doluydu… Kayzer bir anda Hacı Wilhelm olmuştu ve hatta İslamiyet’i kabul etmiş olduğuna dair öyküler basılıyordu… Ağustos ayında Wangenheim bana Artık Türkiye’nin hem seyfiyesine hemde bahriyesine hükmediyoruz diye böbürleniyordu.” (s 84-85)

İmparatorluğun savaşa dahil olmasına ilişkin tanıklığı da önemlidir, Alman amiralın Osmanlıdan habersiz Karadenizde manevra yapması ve Rus limanlarını bombalayarak Osmanlıyı bir oldu bitti karşısında bırakarak, zorunlu olarak harbe sokulduğu efsanesine karşı argümanları da güçlüdür. Alman gemilerinin Odessa ve Sivastopol limanlarını bombalamalarına ilişkin olarak, ve Osmanlının harbe dahil olmasına: “Bu Türk gemilerine Alman subaylar komuta etmişlerdi; gemilerde az sayıda Türk vardı, çünkü Türk mürettebat dini bayram nedeniyle tatildeydi… bu haber İstanbul’a ulaştığında Cemal Cerecle d’Orient (Büyük Kulüp)’te kağıt oynuyordu… Cemal son derece heyecanlandı Bu hususta hiçbir malumatım yoktur dedi [Cemal soğukkanlı bir şekilde yalan söylemektedir]… [Talat] pekala, Wangenheim, Enver ve ben harbin şimdi başlamasını tercih ediyoruz.[Talat sakin ve pervasızdır]” Sözlerini aktararak bu bombalama işinde Komitenin haberli olduğuna işaret eder. Morghenthau bu yargısında da, Osmanlı Müttefiki Avusturya -Macaristan İmparatorluğunun askeri ataşesi Pomiankowski tarafından o günlerin tanığı olarak doğrulanmaktadır: “Gerçekte ise hadise başka türlü cereyan etmişti. Komite ile büyükelçi arasındaki antlaşmaya göre Amiral Souchon, 28 Ekim sabahı Türk donanmasıyla birlikte Karadeniz’e açılma ve belirli yere varınca, yanında götürdüğü mühürlü zarfı açma emrini almıştı. Zarfın içinde Sivastopol ve Novorosijik saldırısıyla ilgili üç bakanın (Enver, Cemal ve Talat) imzaladığı emir bulunuyordu… Bu harekat o kadar gizli tutuluyordu ki bundan ne Padişahın ne Veliahtın ne de Sadrazam ile komiteye mensup öteki bakanların haberi olmuştu. Aslında bu hadiseyi Padişahın ve Veliahtın duyması, hiçbir şeyi değiştirmezdi” [4]
Büyükelçi çok iyi bir gözlemcidir, görev yaptığı dönemin olağanüstü bir dönem olduğunun ve bu olağanüstü dönemin sorumluluğunun bilincinde olarak, diplomatik kariyerini riske atarak sayısız olaya müdahale eder, müdahale ettiği olaylardan biri de düşman ülke kökenlilere Almanların ve Osmanlıların davranışıdır. “Çanakkale boğazı kapatılmıştı, dolayısıyla dış yardımın bu yabancı uyruklulara ulaşabilme ihtimali pek yoktu; yüzyıllardır içinde yaşadıkları kapitülasyon [5] hakları yürürlükten kaldırılmıştı. Amerikan bayrağı dışında imha ile yabancı sakinler ile arasında gerçekten hiçbir şey yoktu… Bir yanda, baskı ve acımasızlıkları iyi bilinen Almanlar varken, diğer yanda Hıristiyanlara yönelik geleneksel kinleri ve yönetimleri altında çaresizlikten kıvranan kişilere kötü davranma konusundaki doğal iç güdüleriyle Osmanlılar vardı… Almanlar düşman yabancılara karşı kendi planını işletmeye ikna çabasıyla sürekli olarak Türk subaylarını kışkırtıyorlardı, Almanya kadim ve ortaçağ savaş kurallarından çoğunu geri getirmişti; halkın belli temsilcilerini, tercihen, saygın ve etkin kişileri, diğerlerinin “uysallığı” için rehine olarak tutmak gibi geçmişten gelen en vahşi uygulamalara başvuruyorlardı. Tam bu sırada Alman askerî personeli Türklere yabancı sakinleri bu amaçla tutulmasında ısrar ediyordu. Almanların tam da Belçika’daki sivilleri Belçika’nın dosta yakışır davranmasını garanti etmek üzere tuttuğu ve Belçikalı kadın ve çocukları ilerleyen ordularının önüne yerleştirdikleri gibi, Türkiye’deki Almanlar şimdi de Fransız ve İngiliz asıllı mukîmleri İtilaf filosuna karşı koruyucu sistemin bir parçası olarak kullanmayı planlıyorlardı.”(s 106-108) sözleri yabancıların canlı kalkan olarak Çanakkale’de kullanılmasının tanıklığıdır. Savaşta hem yabancıların hem de yerli gayrimüslimlerin canlı kalkan olarak kullanıldığını ne yazık ki yukarıda da yer verdiğimiz Osmanlı müttefiki askeri ataşe General Pomiankowski de doğrulamaktadır: “Bu Kral Kostantin’in İtilaf Devletleriyle neden ittifak kurmadığının ve Çanakkale Savaşına neden katılmadığının sebeplerinden biriydi. Kral Türkiye ile iyi geçinmek zorundaydı. Çünkü sadece Çanakkale Boğazı kıyılarında değil, aynı zamanda Marmara ile Anadolu kıyılarında oturan Rumlar askeri sebeplerden Anadolu’nun iç kısımlarına yerleştirilmişti. Trabzon’da Türk resmi makamları, Rumları şehrin yakınında karaya çıkmaya çalışan Rus birliklerine karşı kullanmışlardı. Nitekim bin kadar Rum Karadeniz’in sularında boğulmuştu.” [6]

Öykü’de Büyükelçi Morgenthau sayısız gözlemlerde bulunur. Öykü’sündeki önemli bölümlerden biri de Cihad’a ilişkindir. Cihad’ın Made in Germany özelliğine dikkat çeker “[Wangenheim] Hakikatte Türkiye’nin fazla bir ehemmiyeti yok demişti. Ordusu küçük ve fazla bir şey yapmalarını beklemiyoruz. Umumiyetle müdafaa yapacaklar. Lakin Müslüman alemi büyük. Şayet Ümmeti Muhammedi İngiliz ve Rusların aleyhinedöndürebilirsek, sulh yapmak mecburiyetinde bırakabiliriz onları. Wangenheim’in bu büyük’den neyi kastettiği, Padişahın savaş ilan ettiği 13 kasım günü anlaşıldı; savaş ilanı gerçekte gavura karşı cihat ilanıydı. Kısa süre sonra Şeyhülislam, tüm Müslüman dünyasını Hıristiyan zalimlerine karşı ayaklanmaya ve onları katletmeye çağıran ilanı yayınladı… Dini liderler bu ilanı camilerde toplanmış cemaatlerine okudular; tüm gazeteler dikkat çekici bir biçimde yayınladı… [B]üyük Müslüman nüfuslara sahip olan tüm ülkelere yayıldı… [F]akat hemen aynı tarihlerde müminlere daha özel şartlarda talimat veren gizli bir risale ortaya çıktı. Bu kağıt camilerde okunmadı… Gizlice dağıtıldı… [U]slubundan ırkçılık ve nefret damlıyordu. Alman uyruğundan olanlar dışında tüm Hıristiyanların yok edilmesine dönük ayrıntılı bir harekat planı yansıtıyordu:… İslam topraklarındaki kafirlerin kanını akıtmak caizdir. İslam’a hükmeden kafirlerin katli, ister hafiyen, ister alenen yapın,mukaddes vazife olmuştur… Her bir Müslüman bilsin ki, cenneti ve alemi yaratan Allah bunun mükafatını ziyade eder. Bunu yapan bir Müslüman Kıyamet gününün ve dirilişin dehşetinden korunur. Böyle küçük bir amel için böyle bir ödülü reddedebilecek var mıdır?… Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı Türklerinin ve Araplarınındır diye bağırma günüdür… Bir küçük cihat ve bir de büyük cihat olacaktı; ilki, her Müslüman’ın Hıristiyan komşuları içinde cemaati içinde başlatacağı… [İ]nananlara çeteler oluşturmaları ve Hıristiyanları kılıçtan geçirmeleri söylenmektedir…Ümit edilir ki bu günün İslam alemi bu hafi çetelerden ziyadesiyle fayda görecektir… Bu cinayet ve suikast dürtüsünün her parçasında, yazımına Alman elinin değdiğine dair göstergeler mevcuttur.” (s 129-132) Bu cihad fetvasından İstanbulluların ne anladığına ilişkin gözleminde: “Enver Amerikalılara hiçbir zarar gelmeyeceğini; hiçbir katliamın söz konusu olmayacağını söylüyor bana. O konuşurken, sekreterlerimden biri içeri geliyor ve bana küçük bir serseri grubun bazı yabancı kuruluşlar aleyhine gösteriler yaptığını fısıldıyor. İngiliz kıyafetleri sattığını gösteren tabelasını kaldırmamak gibi bir aptallık sergileyen Avusturya kökenli, bir mağazaya saldırılmış. Enver’e bunun anlamını soruyorum; tümüyle bir hata olduğunu, hiç kimseye saldırma niyetinin söz konusu olmadığını söylüyor. Ayrılmasından hemen sonra, grubun Fransız kuru gıda dükkanı Bon Marche’a saldırmış olduğunu ve Britanya Elçiliğine doğru yöneldiklerini öğreniyorum. Hemen telefonla Enver’i arıyorum; tamam, diyor, elçiliğe hiçbir şey olmayacak. Bir ya da iki dakika sonra, grup, İstanbulun en önemli lokantası Tokatlıyan’a yöneliyor. Buranın bir Ermeni tarafından işletiliyor olması oyunu ilginç kılıyor. Altı adam, ucunda oraklar olan sırıklarla, tüm aynaları ve camları kırıyor, diğerleri masaların mermerlerini paramparça ediyor. Lokanta birkaç dakika içinde harabeye dönüyor. İstanbul’un anladığı anlamda kutsal savaş buydu işte… Müslümanların ruhunda, tuhaf duygusal doğalarının derinlerinde yatmakta olan nefreti uyandırmış ve böylece ileride Ermenilere ve diğer tebaalara yönelik katliamlarda rol oynayan hırsların fitilini yakmıştı.” (s 134-135)

Büyükelçinin anılarında Çanakkale Savaşı da önemli yer tutar, Çanakkale Savaşı dönemindeki umutsuzluğun da tanığıdır, Başkentin Anadolu’ya taşınması önlemleri ve müttefik büyükelçilerinin padişaha refakat etmede ki dirençleri (Anadolu’da kendilerini emniyette hissetmiyorlar), Polis şefi İstanbul’da bir ayaklanma tehlikesine karşı bütün işsiz güçsüz gençleri Anadolu’ya sürgüne göndermesi, Talat’ın Türkiye’yi savaşa sokmuş olmasından duyduğu pişmanlığı dile getirmesi, Talat’ın Belçika Ortaelçiliğinde el koyarak her ihtimale karşı kaçmak için hazırda beklettiği otomobili ve “Bizzat Türkler bile İngiliz ve Fransızların kenti alması için dua ediyorlardı çünkü baş belası çetelerden, nefret ettikleri Almanlardan kurtulacaklardı, barışa kavuşacakları ve sefaletleri son bulacaktı” (s 175) yargısı anıların ilginç bölümleridir.

Anıların en önemli tanıklığı, Ermeni kırımı ve diğer Hıristiyanlara uygulanan kıyımlardır: “Talat ve Enver’in yönettiği bu İttihad ve Terakki Cemiyeti onları tamamen kaldırmaya karar vermişti. Eski fetihçi ataları Hıristiyanları hizmetkarları yapmışlardı, fakat sonradan görme torunları talimatlarını daha da geliştiriyordu; onları toptan imha etmeye ve gayrimüslim unsurları katlederek imparatorluğu Türkleştirmeye karar vermişlerdi.” (s 214) Büyükelçi Morgenthau, bu politikaya uygun kıyımları, “Avrupa’nın vesayetinden kurtulan yeni Türkiye ulusal anlamda yeniden doğuşunu bir milyon insanını öldürerek kutladı” (s 206) sözleriyle ifade ederek, Jön Türklerin Abdülhamit’in politikalarını içselleştirdiklerine dikkat çeker: “Ve şimdi, Abdülhamit’in fikirlerinin çoğunu benimsemiş bulunan Jön Türkler onun Ermeni politikasını izlediler. Ulusu Türkleştirme tutkuları mantıken tüm Hıristiyanların – Rumların, Süryanilerin ve Ermenilerin – imhasını amaçlıyordu. On beşinci ve on altıncı yüzyıldaki fatihlerine hayranlık duydukları kadar, bu büyük savaşçıların hayati bir hata yaptıklarına da inanıyorlardı, çünkü Hıristiyan halkları topyekün silme güçleri olmasına rağmen bunu yapmayı ihmal etmişlerdi.” (s 215-216) “Çanakkale Zaferi”nden sonra – bu zafer 1935 yılına kadar Almanya’da da zafer olarak her yıl kutlanmıştır- İtilafı yendiklerine inanan İttihatçılar kendilerine engel olacak bir devlet de tanımıyorlardı: “Abdülhamit’in tersine, Jön Türkler bu kutsal hareketi yerine getirebilecek bir konumda buldular kendilerini. İngilizler,Fransızlar ve Ruslar seleflerine engel olmuşlardı. Fakat şimdi bu engel ortadan kalkmıştı. Daha önce belirttiğim gibi Jön Türkler, bu ulusları yendiklerine ve iç işlerine artık karışamayacaklarına inanıyorlardı… Dolayısıyla imparatorluğun Hıristiyan halkları, iki yüz yıldır ilk kez, 1915’de, ittihatçıların insafına kalmıştı. Osmanlı ülkesini sadece Türklerin ülkesi yapmanın nihayet sırası gelmişti.” (s 218)

Ermenilerin suçlanmasında önemli argüman olarak kullanılan Van ayaklanması’nın öykü’nün önemli bölümünü oluşturmasına: “Van’daki bu İhtilal öyküsünü sadece bir ulusu ortadan kaldırmaya yönelik bu örgütlü girişimin ilk aşamasına işaret ettiği için değil, İttihadçıların bu olayları sonraki suçlarını haklı gösterme amacıyla daima ortaya sürdükleri için anlattım. İleride bahsedeceğim gibi, Enver, Talat ve diğerleri, Ermeniler adına kendilerine her başvurduğumda, Van ihtilalci’lerini Ermeni ihanetine örnek gösterdiler. Bu öykü, İttihadçılar, binlerce komşusunu katlederek, onları bekleyen kaderi vahşice sergilerken, şu ünlü İhtilal’in, Ermenilerin, kadınlarının namusunu ve kendi yaşamlarını koruma çabalarından başka bir şey olmadığını göstermektedir.” (s 223) Başkale Nalbandı olarak ünlenen Enver’in Eniştesi Vali Cevdet tarafından Van’da yapılanlar da Öykü’de yer alır. Anıların, Bir Ulusun Katli bölümünün girişinde: “1915 yılındaki Ermenilerin imhası, Osmanlının 1895 ve başka yıllardaki katliamlarda uyguladıkları eylemlere engel olamamış bazı güçlüklere sahne oldu. Söz konusu dönemlerde Ermeni erkeklerinin direnç gösterecek pek gücü veya aleti olmamıştı. O günlerde Ermenilerin askeri eğitim görmelerine, Osmanlı ordusunda hizmet görmelerine veya silah edinmelerine izin verilmiyordu. Daha önce söylediğim gibi, 1908 yılında ihtilalciler üstünlük elde ettiklerinde bu ayrımcılıktan vazgeçilmişti. Otoriteler, yalnızca Hıristiyanların silah taşımalarına izin verilmekle kalmayıp, özgürlük ve eşitlik coşkusu içinde, böyle yapmalarını teşvik de etmişlerdi. Dolayısıyla 1915 yılının ilk yansında, her Osmanlı kentinde asker olarak eğitilmiş ve kendilerine tüfek, tabanca ve diğer savunma silahları verilen binlerce Ermeni vardı. Van’daki eylemler silahların bu insanlara avantaj sağlayabileceğini bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla bu kez bir Ermeni katliamı savunmasız adam ve kadınların topyekûn kesilmesiyle kıyaslandığında artık biraz daha savaşa benzeyeceği açıktı. Eğer bu halkı katletme planı başarılı olacaktıysa, iki hazırlık aşamasından geçilmeliydi: tüm Ermeni askerlerinin güçsüz kılınması ve her kent ve kasabadaki Ermenilerin silahlarının alınması gerekecekti. Ermenistan boğazlanmadan önce, savunmasız hale getirilmeliydi.
1915 yılının ilk yarısında, Osmanlı ordusundaki Ermeni askerleri yeni bir konuma zorlandılar. O zamana kadar çoğu savaşçıydı, fakat şimdi silahlarından yoksun kılınıyor ve işçi yapılıyorlardı. Bu eski askerler, ülkelerine topçu veya süvari olarak hizmet vermek yerine yol işçisi ve yük hayvanı yapıldıklarının farkındaydılar. Sırtlarına her türlü ordu levazımı yükleniyor ve taşıdıkları yük altında ezilirken, kırbaç şaklamaları ve süngü dürtüklemeleri altında yorgun vücutlarını Kafkasya dağlarına sürüklemeye zorlandılar. Bazen bel hizasındaki karda bu yükle yol açmak zorunda kalıyorlardı. Neredeyse tüm zamanlarını açıkta, -efendilerinin sürekli dürtmesinden fırsat bulabilirlerse- çıplak toprakta uyuyarak geçirmek zorunda kaldılar. Kendilerine yalnızca yiyecek artıkları veriliyordu; eğer hastalanırlarsa, giysileri de dahil olmak üzere üstlerinde başlarında ne varsa alınarak düştükleri yerde bırakılıyorlardı. Eğer arkada kalanlar gidilecek yere varmayı başarırlarsa, nadiren katledilmekten kurtuluyorlardı. Çoğu olayda Ermeni askerleri daha kestirmeden ortadan kaldırılıyorlardı; onları soğukkanlılıkla vurmak giderek adetten olmaya başlamıştı. Hemen her seferinde usul aynıydı. Bazen 50’li veya 100’lü gruplar alınır, dörder dörder birbirlerine bağlanır, ardından köyden biraz uzakta tenha bir yere götürülürdü. Aniden tüfek sesleri havayı yırtar ve refakatçi olarak giden askerler asık suratla kampa dönerlerdi. Cesetleri gömmeye gönderilenler onları her zaman çıplak bulurlardı, çünkü, tüm giysileri alınmış olurdu. Canilerin kurbanlarını vurmadan önce kendi mezarlarını kaldırmaya zorlayarak acılarını katladıklarını da biliyorum.” (s 225) sözleri Ermeni erkekleri yok ederek halkı korumasız bırakıp kolayca yok etmenin planlarını açığa çıkarır ve devamında Ermeni kırımını raporlardan örnekler. Tehcir konvoylarında, jandarma, çeteler, örgütlenmiş ölüm mangaları ve kışkırtılan Müslümanların elinde bir halkın nasıl yok edildiğini anlatır.

Anılarda Ermeni kırımının yanında Diğer Anadolu Halklarını kırımına da yer verir: “Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nda, ülkeyi sadece Türklerin Ülkesi haline getirme politikasından acı çeken yegane halk değildir. Ermeniler hakkında aktardığım öyküyü biraz değiştirerek Rum ve Süryaniler için de anlatabilirim. Gerçekten de Rumlar bu millileştirme ideasının ilk kurbanlarıdır. Avrupa Savaşı öncesindeki birkaç ay boyunca Osmanlı Hükümetinin Anadolu’nun kıyıları boyunca Rum tebaalarını nasıl tehcire başladıklarını anlatmıştım. Bu zulümler Avrupa veya Birleşik Devletler’de pek ilgi görmemişti, ancak üç ya da dört aylık zaman diliminde 100.000’den fazla Rum, Ege kıyılarında çağlar boyu yaşadıkları yurtlarından sökülmüş ve Yunan Adaları’na ve içerlere götürülmüşlerdir… İttihadçılar Ermenilere karşı uyguladıkları şeylerin hemen aynısını Rumlara karşı uygulamışlardır. Rumları Osmanlı ordusuna alıp, onları amele taburlarına ayırmaya, Kafkasya ve başka yerlerdeki yol inşaatlarında kullanmaya başlamışlardır. Binlerce Rum askeri, aynı Ermeniler gibi, soğuktan, açlıktan ve başka mahrumiyetlerden ölmüştür. Rum evleri silah bulma bahanesiyle teker teker aranmış ve Rum erkek ve kadınları dövülmüş ve işkenceden geçirilmiştir. Rumlar da neredeyse hiçbir şeyleri kalmayacak şekilde mecburi resmi taleplerle yüz yüze bırakılmışlardır. İttihadçılar Rum tebaaları Müslüman olmaya zorlamaya kalkışmışlardır; Rum kızları, aynı Ermeni kızları gibi, çalınarak haremlerine kapatılmışlardır ve Rum erkek çocukları kaçırılmış ve Müslüman evlere yerleştirilmişlerdir. Rumlar, aynı Ermeniler gibi, Osmanlı Hükümetine sadakatsizlikle suçlanmışlardır; İttihadçılar onları Marmara’daki İngiliz denizaltılarına erzak sağlamakla ve de casusluk yapmakla itham etmişlerdir. İttihadçılar ayrıca Rumların Osmanlı Hükümetine sadık olmadıklarını ve ülkenin içlerindeki Rumların Yunanistan’ın parçası olacakları günü beklediklerini ifade etmişlerdir… Rumlar her yerde gruplar halinde toplanmış ve jandarmaların sözde koruması altında,içerlere nakledilmişlerdir. Bu yolla ne kadarının dağıtıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, tahminlere göre 200.000 ila 1.000.000 arasında değişmektedir” (s 237-239)

Büyükelçi, Talat’ın Ermenilerin imhasının nasıl soğukkanlı bir planın parçası olduğunun ifadesi karşısında şaşkınlığını ve kızgınlığını gizlemez, “[Talat] Hiçbir Ermeni dedi bana, onlara yaptıklarımızdan sonra dostumuz olamaz. Bir gün o güne kadar duyduğum en şaşırtıcı konuşmayı yapmıştı. New York Life Insurance Company ve Equitable Life of New York, Ermenilerle yıllardır hatırı sayılır iş yapmıştır. Bu insanların yaptıkları yaşam sigortaları tutumluluklarına iyi bir örnektir. Keşke, dedi Talat, Amerikan hayat sigortası kumpanyalarının bize Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini vermesine yardımcı olsan. Hepsi şimdi ölü sayılır ve arkalarında parayı alacak varisleri yok. Tabii ki hepsinin Devlete mahlul olması lazım, zira hak sahibi şimdi Hükümettir. Öyle değil mi? Bu kadarı da çok fazlaydı, kendimi kaybettim.” (s 249)

Büyükelçinin Anılarını, Anadolu’nun Hıristiyan halklarına yapılanları bu projenin mimarının özet sözleriyle bitiriyoruz. “Talat’ın Ermenilere yönelik tutumunu arkadaşlarına kibirle böbürlenirken söylediği sözlerle özetlenebilir. Abdülhamit’in otuz senede yapamadığını yaptım. Ermeni meselesini üç ayda hallettim” (s 251) sözleri her şeyi anlatmaktadır.

Notlar

*İstanbul 25. kitap fuarında düzenlenen, Morgenthau 90.yıl sonra İstanbul’da adlı toplantıda yapılan konuşma metni
1. Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Henry Morgenthau, Çev Attila Tuygan Belge Yayınları,
2. Olgunlaşma ifadesini İttihatçılar Büyükelçiyi uğurlarken, kendileri için ifade etmişlerdir
3. Pomiankowski Joseph, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü Çev Kemal Turan, Kayıhan Yayınları, 2003 s. 90
4. Pomiankowski Joseph, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü s 79
5. Burada kapitülasyon’dan adli kapitülasyon kastedilmektedir, Osmanlı hukuksuzluğuyla karşı karşıya gelmeleri ihtimali haklı olarak yabancıların kanını dondurmaktadır
6.Pomiankowski Joseph, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü s 142