TARİH VE TEKERRÜR ÜZERİNE BİR KATKI

Tarihçi dostumuz Ayşe Hür, bir tweet[1] dizisinde yerli yabancı birçok düşünürden yaptığı alıntılarla tarih ve tekerrür üzerine kısa ve özlü değerlendirmelerde bulunurken, şimdilerde adettendir “uzaktan” bir tarih dersidir:

Sözü Heraklitos’la açar: Meşhur laftır: “Tarih tekerrür etmez.” Antik dönem filozofu Heraklitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” önermesinden mülhem bu yargı, tarihsel tecrübe ile her seferinde yerle yeksan edilip her seferinde yeni bir forma dökülmek zorunda kalmıştır.

Marxizmin alfabesi sayılan Marx’ın ünlü eserinden yaptığı uzun alıntıyla ile devam ettiği dizisinde: Örneğin Karl Marx, “Louis Napoleon’un 18. Brumaire’i” adlı eserinde III. Napolyon’un 1852’de gerçekleştirdiği darbeyi, amcası Napolyon Bonapart’ın daha önceden gerçekleştirdiği darbeyle kıyaslamış ve daha sonra çok popüler olacak şu cümleyi yazmıştır:

“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi (fars) olarak.” (Ayşe Hür, Marx’tan yaptığı alıntıya önemli bir not ekler: Hegel ve Marx Türkiye tarihine şahit olsaydı sayıları muhakkak artırırlardı.)

Diziye Albert Einstein’ın “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapmak ve farklı sonuçlar beklemektir” sözü ile devam ederken, diziyi Gramsci ile bitirir:

Gramsci’nin şu sözü ise yukarıdakilerin özeti: “Tarih öğretir ama hiç öğrencisi yoktur.”

Ayşe Hür’ün önemli notunda söylediği gibi, tarih ve tekerrür konusunda, yakın – uzak tarih sonsuz ve sorunsuz bir menbadır. Einstein’in altını çizdiği gibi delilik berdevam olup, asırlar boyu istikrarla aynı çizgi sürdürülüyor. Rekor sürekli egale ediliyor. Karne: sıfır!

Yazımızda okuyucularımıza -bulursak- uzak tarihten bir örnek sunuyoruz. Söz Gazetesinde 28 Aralık 1918 tarihinde Asaf Muammer tarafından kaleme alınan Mücrimleri Nasil Tasnif Etmeli başlıklı yazısı bu konuda iyi bir örnektir.

Asaf Muammer, bir Osmanlı gazetecisi, entelektüeli ve siyasetçisidir. Milli Ahrar Fırkası kurucusu ve yöneticisidir. Harb ve Mesulleri kitabı 1918 yılında yayınlanmış, yazılarından derlenen İstanbul Balık Kültürü günümüze uzanan entelektüel çalışmaları arasındandır.

Asaf Muammer’in yazısı, İttihad ve Terakkinin düşüşü ve kayıtsız ve şartsız teslim oluşla Savaştan çıkılmasına denk gelmektedir. İmparatorluk batmış, savaş suçuyla birlikte, on yıllık dönemde işlenen birçok suç, yapılan yolsuzluk, kanunsuzluk ve cinayetlerin faillerinin bir kısmı ülkeden kaçmıştır.

Asaf Muammer, dönemin suçları sıralayıp suçluları tasnif ederken, bizi o yıllara götürür:

Mücrimleri Nasil Tasnif Etmeli, muammer Asaf, 28 Kanunuevvel 1334/1918

Evvelki günkü makalemizde hükumetle, milletin vezaif-i tebriʼelerini mevzû-ı bahs [temize çıkma görevlerinden söz] etmiştik. Milletimize de tavsiye ettiğimiz usul-ı teʼdîb [had bildirme], mücrimiyete [suçlandırmalara] karşı sıkı bir boykotaj idi. Nokta-ı nazar [görüş] ve tavsiyemizin bazı kariʼelerimize [okuyucularımızca] hüsn-i telakki [iyi kabul] edildiğini ve buna başlanıldığını kemalî memnuniyetle istibşâr ettik [haber aldık] . Aldığımız birkaç mektub bize gösterdi ki, tavsiye ettiğimiz usûl-ı teʼdîb zaten düşünülmüş ve bir çok zevat-ı kirâm [üst düzey kişiler] tarafından tatbîke bile başlanılmıştır. Ne mutlu bize… Evet biz ancak böyle milli ve asil taassublarladır [tarafdarlıklar] ki, içimizdeki muzır mikropları ıslah ve nesl-i âtîyi [gelecek nesli] müthiş bir infisâh-ı ahlakiyeden [ahlaki bozulmadan] kurtarabiliriz.

Hiç unutmam, Said Paşa kabinesi henüz sükût etmişti [düşmüştü]. Ahmet Muhtar Paşa mevkiʻ-i iktidara geldi. Doğrusu, asker ve azm-i kat‘î [kesin karar] sahibi vezirden pek çok işler beklemiştik, “Büyük Kabine” diye kendimizi aldattığımız o küçük ve idraksiz kabine, hem bir Balkan Muharebesine, hem Balkan muharebesinde başıboş bıraktığı İttihatçılar yüzünden harbin kayb edilmesine, aynı zamanda bir çok muhaliflerin menfâ [sürgün] ve mahbûs [hapishane] köşelerinde çürüyüp inlemelerine sebebiyet verdi. O zaman Muhtar Paşa hazretlerine bir türlü anlatamamıştık ki, kanun, kanun-perver olanlar hakkında istiʻmâl edilebilir [kullanılabilir]. Dağdaki şakîyi tutmak için kanûn nâmına istiʻmâl-ı kuvvet kuvvet kullanımı], hatta silah etmek lâzım gelir. Size kurşun atan bir şakînin önüne elinizde beşerî bir kanûnla da değil, hatta kanun-ı ilahî ile yani kitab-ı mukaddesle çıkınız, bakınız para ederse…

Burda bir cemiyet [İttihad ve Terakki Cemiyetinden söz ediyor] vardı ve hala var, bunun tanıyıp hürmet etmediği bir şey varsa oda münhasıran kanun ve merhametdir. Eline kuvvet geçer geçmez, çalıyor, çırpıyor, aklına gelen her herze ve kıllığı yapıyor. Evlad-ı ümmeti tutuyor, döküyor, sürüyor, öldürüyor, kanun-manun tanımıyor… Onun düstûru kanunsuzluk. Bu haydutlara kanunla galebe etmek sevdasını güdenlere, ne yalan söyleyeyim, tezyîfin [alayın] en acı manalarını taşıyan kahkahalarla gülerim…

Nitekim Muhtar Paşa’ya da bu müdde‘amızı [iddialarımızı] dinletemediğimiz için, neticede ne olduysa bize oldu. Binlerce muhalif sürüldü, öldürüldü. Paşalarımız yine meclis-i ayânda fosur fosur tütün cigaralarının buram buram keyifli dumanları arasında sefalarını sürdüler, aidatlarını aldılar.

Başımıza gelecek belayı vaktiyle keşf ettiğimden merhum ve mağfur Tevfîk Fikret’e gitmiştim. Derdi anlatdım. Memleketi alt-üst eden vukuata yabancı kalmamasını, kendisinin yabancılığı da [sütun 2] bi’n-netice [sonuçta] bu haydudların icraatıyla tevʼem [benzer] bir mana kazanacağını izâh ettim. Bî-çare çok meʼyûs [ümitsiz] idi. Asîl, müʼessir sesi, yumuşak bıyıklarının esmer gölgelerinde mahzun, müteʼellim [içi sızlayıp] titreyerek: “her şeyden evvel bu memlekete biraz haysiyet, biraz hüsn-i intikâm getirilmesi taraftarıyım. Bunlar mevcud olmadıkça ne yapılırsa nafiledir. Kuş tüyü bir yastık en sert yumruktan ne kadar müteʼessir olursa bu memleket de en sert harekatdan ancak o kadar müteʼessir olabilir.” demişti.

Şüphesiz Fikret’in çok büyük hakkı vardı. Bir memleketde her türlü cerâʼim [cinayet] ve habaʼise [kötülüklere] ve bunların fail-i şenî‘alarına [utanç verici işleri yapana] karşı umûmî bir kayıtsızlık mevcud olunca tahaddüs eden [ortaya çıkan] inkılâbât [değişimler] her ne şekil ve kudrette olursa olsun âlî ve makbûl bir semere [netice] bırakamaz. Hakan-ı mağfur [ölmüş hükümdar] Sultan Abdülhamid ahd-ı saltanatının olanca seyyiʼatını irtikâb eden [kötülükleri yapan] jurnalciler, müstebʻidler [despotlar], inkılâbın yed-i tertib-kârîsinden bilâ-zarar [zararsız] ve bilâ-itâb [zahmetsiz] kurtulunca geride kalanlara fena bir sûʼ-i misal [kötü örnek] oldular. Herkes dedi ki, “Filan, filan bu kadar çaldılar, çırpdılar, netice ne oldu? Şimdi kimi Niş’de kimi İsviçre’de yan geldiler. Keyf ve sefalarına bakıyorlar. Yine içimizde en akıllısı onlar imiş. Biz namusluca hareket ettik de ne oldu! İşte ne elde var, ne başta, sürüm, sürüm sürünüyoruz!”

Hissiyat-ı ahlâkiye [ahlaki duygular] ve medeniyesi [uygarlık] esaslı temellere müstenid olmayan milletler için, bundan kötü bundan şerîr [kötü] bir numûne-i misal olamazdı. Nitekim, öylede oldu. Şu on sene zarfında hiç kimse bir gün ınkırâzın [bitimin] gelebileceğini, evlad-ı ümmetin, esir, bed-nâm [kötü bir şekilde] sürüm sürüm süreneceğini düşünemedi. Herkes küpünü, cebini doldurmakla meşgul oldu. Bu günün mesʼullerine de layık oldukları cezayı vermemek yarınki nesli ifsâd etmek [bozmak] olur ki, bugün izmihlal-ı tammdan [tamamen tükenişten] yakamızı kurtarabilirsek evladlarımız, inkırâz [tükeniş] ve esaret-i muhakkakadan kurtulamazlar. Binaen-aleyh istikbalin, esaslı ve mesʻûd temellerini bu günden atmak ve olanca kabiliyetimizle tahkîm ve tarsîne [[sağlamlaştırmaya] çalışmak bir vecibedir, bir farîzadır.

Bu temelleri nasıl kurabiliriz! Şu emr-i ehemmde her şeyden evvel tasnif-i mücrimiyete lüzum vardır. Asıl mücrimler kimlerdir ? evvel be-evvel [öncelikle] bunu aramak lâzım.

1- Bilfiil icrâ-yı habâset edenler [kötülük yapanlar]

2-Bunları seyr-i saika ittihâz ederek [bunların ve yolunu kullanarak] el altından iş görenler: merkez-i umûmî kumandanı azaları, taşra kulüpleri reisleri, ve su tabakasının üstünde yüzenler gibi.

3-Teşkilat-ı hafiyede müstahdem [sütün 3] olanlar ki, bunlar kısmen ufak rütbede zabıtan ile, hapishanelerden kurtarılmış efeler, kabadayılardır.

4-Muhalifkârâne ses çıkartmamış, hatta tasvîb etmiş ve ihtikâr işlerine karışmış mebuslar..

5- Her cinayeti, her icrâʻatı alkışlayan ve şu on sene bilhassa dört harb senesi zarfında gûnâ gûn [türlü türlü] yalanlarla ortalığı aldatan gazetecilerle öteye beriye giderek seyahat mektubları namıyla millet-i Osmaniye’yi Almanlar, Avusturyalılar, aynı zamanda tertibât-ı harbiye ve intizâm-ı idareden dolayı bazı paşalar nâmına imale ve izhar-ı teveccühe tergib eden [isteklendiren] muharrirler.

6- Ticaret ediyoruz diyerek kâr u kesb peşinde koşan ve bu müddet zafında harbin devamıyla hükûmet-i sâbıkanın devamına yardım edenler.

7- Bir takım paşa, beyler, muhtekirler etrafında çenber çevirerek dalkavuklukla vakit geçirenler

Ber vech-i bâlâ [yukarıdaki] kısımlarda dahil bulunanlar, haklarında ne kadar hüsn-i niyet izhâr edilirse edilsin elleri sıkılacak, dost ittihâz edilecek adamlar olamazlar. Bunlar milletin ruh ve cisminde o muzır haşerelerdir ki, bu gûne kadar âmil veya lâ-kayd bulundukları harekat-ı hıyânet-kârâne muvâcehesinde müteʼessir olmamış vicdanlarıyla her türlü fenalığı, hıyâneti kemal-ı suhûletle irtikâb edebilirler. Âtîsini emîn ve mes‘ud görmek isteyen bir millet bir veba, bir kolera, bir frengi mikrobuyla mücâdeleye ne kadar mecbûr ise bunlarla da o kadar mücadele mecburiyetindedir.

Asaf Muammer

[1] https://twitter.com/HurAyse/status/1125310515536977920 (02.03.2023 erişim)

Sait Çetinoğlu